Edirne’nin her dem kalabalık merkezindeki çarşı pazar telaşından sıyrılıp sırtınızı Üç Şerefeli Cami’ye vererek yolun yumuşak inişine adımlarınızı uydurursanız eğer, karşınıza çıkan cadde Deveci Hanı’nın yanıbaşından sizi alıp Darüşşifa’ya kadar götürür. Yol boyu önlerinden geçtiğiniz irili ufaklı apartmanların tekdüzeliğinden çıkmanız çok sürmez. Ortalık tenhalaşır. Tek katlı evlerin avlu duvarlarına yaslanarak sohbet eden yaşlıların yanından geçip kaldırımda top koşturan çocukların arasından sıyrılınca geniş bir düzlükte salınarak akan Tunca Nehri’ne ulaşırsınız.
Nehir, iki küçük kol atarak ovaya yayılırken ortada iri bir bademe benzeyen verimli bir adacık bırakmıştır. Yürümeye devam ederseniz önce bu adaya oradan karşı kıyıya ulaşan taş köprülere varılır. Bu köprülerden ilki sadece görünüşüyle bile masallara layıktır. Oldukça hırçın akan Tunca’nın üstünde, bir başına kalmışlığı nedeniyle olsa gerek biraz hüzünlü bir ad taşır: Yalnızgöz Köprüsü.
Onca yol geçmiş, eski yeni onca köprü görmüş yazarınızın burada bir itirafı olsun:
İlk kez böyle hüzünlü bir köprüyle ve ilk kez bir köprünün kendine bu kadar yakışan adıyla karşılaştım. Yalnızgöz Köprüsü. Tek gözü var ve kendi başına Tunca’nın bir kolunu aşmaya çalışıyor. Gerçi nehir eskisi kadar çoşkulu akmıyor her zaman, ama olsun.
Yalnızgöz Köprüsü’nün bu yakasındaki genç erik ağacı, alçacık dallarındaki körpe meyveleri henüz olgunlaşmadan toplayanlardan kendini koruyamıyor. Küçük taş köprü ise yüzlerce yıldan sonra üstünden gelip geçen motorlu araçların, minibüslerin ve kamyonetlerin tahribatından kendini koruyamıyor.
İyice yaşlanmış Yalnızgöz Köprüsü ile genç yoldaşı erik ağacı, hemen bitişik duran Bayezid Köprüsü’nü ve bu büyük köprünün açıldığı II.Bayezid Şifahanesi’ni seyrediyorlar.
Şu genç erik ağacını dilime dolayıp çokça söz etmemin nedeni, bir zamanlar Nehrin karşı kıyısında yeşermiş ve efsanelere adı karışmış bir başka ağacın hikayesini öğrenmeme vesile olmasıdır…
YANIK MEŞE’NİN HİKAYESİ
Şifahene’ye doğru gidiyordum. Yalnızgöz Küprüsü’nün başındaki erik ağacının yanındaydım. Karşıdan biri geliyordu. Dalgın görünüyor, adımlarını sertçe köprünün taş döşemesine basarak yürüyordu. Tam yanımdan geçip gitmek üzereyken “Darüşşifa’ya böyle mi gidilir” diye lafola babından sordum. Aslında sormaya gerek yoktu, muhteşem külliye tam karşımda duruyordu, ama sordum. “Kapısı arka tarafta” diye yol gösterdi. Teşekkür ederken az önce dalından topladığım eriklerden birini uzattım, “onlar daha yenmez” dedi. Ben de birini ağzıma atmış acı gelince yiyememiştim zaten. Tam ayrılıp gitmek üzereyken yanık meşenin hikayesini bilip bilmediğimi sordu. Hiç duymamıştım, o da zaten cevabımı beklemeden anlatmaya başlamıştı:
“Yeni imaret yapılırken inşaatta çalışan binlerce ustaya Yahya Efendi adlı bir aşçıbaşı yemek pişirirmiş. Yahya Efendi’nin hem lezzetli hem de bereketli pilavları her öğünde mutlaka sofraya konurmuş. Herkes doyasıya yer, yine de bir kazan pilav artarmış. Yahya Efendi bu kazanı yarı yanık bir odunun ucuna takar, Tunca kıyısına götürür, balıklara dökermiş. İmaretin inşaatı sürerken günler böyle geçermiş…” Yalnızgöz Köprüsü’nde karşılaştığım adam lafın burasında durakladı. Tunca’nın durgun akışına baktı. Sulara kapılmış bir sarı yaprak geçti altımızdan. Sonra bana çevirdi gözlerini. Belli ki devamını getirecekti sözün. Anlatısının tadını çıkarıyordu gözlerime bakarak aynı hazzın izlerini arıyordu bende de. Devam etti:
“Lakin hikâye bu ya” dedi, “günlerden bir gün aşçıbaşının maharetine haset edenler yiyip içip karınlarını doyurduktan sonra kalkıp Padişaha şikayete gitmişler. ‘Yahya Efendi devletin malını sulara döküyor’ diye müzevirlemişler
Duruma öfkelenen Padişah ferman salıp imaretin pirinç istihkakını düşürmüş. Buna rağmen Yahya Efendi, her öğünde daha az pirinç kullanarak pişirdiği pilavla bütün ustaları, kalfaları, çırak ve ameleyi doyurduktan sonra bir kazan da balıklar için artırmayı yine becermiş. Yeni durumdan haberdar olan Padişah bir gün dayanamayıp öğlen vakti imarete gitmiş, tam o sırada Yahya Efendi her zaman yaptığı gibi yarısı yanık bir odunun ucuna taktığı kazanı Tunca Nehri’nin kıyısına götürmüş, balıklara dökmek üzereymiş. Padişah derhal duruma müdahale etmiş ve Yahya Efendi’yi engellemiş. İşte tam o sırada bir mucize gerçekleşmiş. Balıklar su üstünde belirip Padişahtan bir pilav tanesini kendilerine çok görmemesini istemişler.
Balıkların dile gelmesi karşısında Padişah şaşkınlık geçiredursun Yahya Efendi elindeki yanar odunu nehrin kumlarına saplayıp oracıkta ruhunu teslim etmiş.
Hikâyeye göre hemen yeşeren odun büyük bir meşe ağacına dönüşmüş. Gel gör ki yemyeşil ağacın bir tarafı boydan boya yanıkmış.
Yüzyıllarca yaşayan o ağacı bilenler, görenler var. Mesela Ratip Hoca gibi…” dedi. “Ratip hoca yanık meşeyi görmüş.”
Sözünü bitirmişti, gidecekti. Bu hikâyeyi kimden dinlediğini sordum, Ratip Hoca’dan dedi. Ratip Hoca’nın kim olduğunu, ne yaptığını, nerede bulabileceğimi soramaya yeltendim ama cevap alamayacağım gözlerinden belliydi. Nitekim arkasını dönüp gitti.
Yalnızgöz Köprüsü’nü geçerken dinlediğim Tunca kıyısındaki meşe ağacının hikayesi ilginçti. Sulara kapılmış çokça yaprak geçiyordu Köprü’nün altından. Bir kısmı kurumuştu, bazıları yanık gibiydi sanki.
TARİHE TANIKLIK
Darüşşifa’nın kesme taşlarla işlenmiş yüksek duvarının dibinden yürüyerek çepeçevre etrafını dolaşırken Ratip Hoca aklımdan çıkmamıştı. Nerede arayacağımı bilmiyordum. Kim olduğu hakkında hiç fikrim yoktu…
Merakım uzun sürmedi, birkaç saat sonra Darüşşifa’yı ve Medresetü’l Etıbbâ- Tıp Medresesi’ni gördükten sonra, bugün Sağlık Müzesi olarak kullanılan yapının kıyısına köşesine burnumu sokup her yerine baktıktan sonra, girişteki satış bölümünde karşıma Ratip Hoca çıkacaktı. Hayır kendisini değil, kitabını bulacaktım, kim olduğunu öğrenecektim ve çok geçmeden telefonda hayli yüksek bir sesle hatta bağıra bağıra Ratip Hoca’yla konuşurken bulacaktım kendimi.
Yrd. Doç. Dr. Ratip Kazancıgil 1920 doğumlu bir çınardı, uzun yıllar Edirne Sağlık Müdürlüğü yapmış bir hekimdi. Emekli olduktan sonra akademik kariyere başlamıştı. Üniversite’deki görevini Tıp tarihi ve Deontoloji Ana Bilim Dalı’nda “Yrd.Doc.Dr.” sıfatıyla sürdürüyordu. Otuza yakın yayınlanmış kitabı vardı. Kitapları arasında “Edirne Sultan II. Bayezid Külliyesi” adlı eser, benim Edirne Darüşşifasına ilişkin temel başvuru kitabım olacaktı.
Ratip Kazancıgil’in, Trakya Üniversitesi’ndeki odası neredeyse bir ömür kadar uzun koridorun ucundaydı. Odaya girdiğimde elindeki büyüteçle Osmanlıca bir kitap okuyordu. Üstüne çok iyi oturan koyu renkvbir takım giymişti, kulakları biraz ağır işitiyordu ama yeni başladığı bir araştırmayı tamamlamak üzere azimle çalışmaya devam ediyordu. Fazla zamanını almayacağımı söyledim, buyur etti. Anadolu’daki şifahanelerin tarihinden söz ederken antik dönemden günümüze kadar neredeyse kesintisiz gelen süreci anlattı. Sonra da Selçuklulardan başlayıp Osmanlılara devrolan Darüşşifaların tarihini Edirne’ye bağlayan uzun bir konuşma yaptı. Ratip Hoca Tunca kıyısındaki yanık meşeye nazire, tarihe tanıklık eder gibi anlatıyordu.
ŞİFAHANE İNŞAATI
Edirne’ye bir Darüşşifa yapılma talimatını, 1484 yılında Sultan II. Bayezid 1484 yılında Akkirman seferine giderken vermiş. Şehrin ileri gelenleri Edirne’ye sefer hazırlıklarını tamamlamak üzere gelen Sultan’dan bir ricada bulunmuşlar: Ticaretin bu kadar canlı olduğu, bunca tüccarın gidip geldiği, yerli ve yabancılarla birlikte hâlâ önemli bir nüfusa sahip olan eski başkentin sağlık sorunlarına çözüm bulmasını istemişler.
Sultan II. Bayezid’in talimat vermiş ve imparatorluk sınırları içindeki en büyük sağlık merkezlerinden birinin temelleri atılmış. Camisi, imareti, hamamı köprüsüyle birlikte ortaya çıkan bu büyük kompleksin içinde tıp eğitimi veren Medresetü’l Etıbba’nın da yer almış.
25 Mayıs 1484’te başlayan çalışmalar, Sultanın Basarabya seferinden elde ettiği ganimetin de yapım işlerine aktarılmasıyla birlikte dört yıl gibi kısa bir süre içinde tamamlanmış. Şaşaalı açılış törenine Sultan da katılmış.
II. Bayezid Külliyesi’nin açılış törelerini izleyen ve çeşitli dönemlerde devlet siyasetinde önemli roller oynayan, aynı zamanda kitaplarıyla dönem tarihine ışık tutan Hoca Saadettin Efendi o günü şöyle anlatıyor:
“Bu uğurlu yıl içinde Padişah’ın Edirne’de kurduğu cami, darüşşifa ve medresenin yapım işleri tamamlandığından bu görkemli caminin rahmet yolu kapısın açıldığı bu parlak günde fakirlere ve yoksullara dağıtılan sadakanın sayılmasına zaman yetmez. Şehrin ileri gelenlerine, bilgelere kurulan sofralar ve sunulan yemekler anlatılmaz zenginlikte idi. Bal helvaları orta halli yolculara sunuldu. Şanlı medresesi ise ücret bakımından, bu güzel kentte bulunan medreselerin en yükseği ve en değerlisi oldu. Hocaya verilen ücret günde 60 osmanlı akçesidir. Bütün bu yapılar bereket yapısı ve mutluluk kapısıdır. Bunun için de bu yapılara hurrem (gönül açıcı) tanımlaması tarih olmuştur.”
Hoca Sadettin efendi’nin sözünü ettiği külliye içindeki yapılar on bir paredir.
- Darüşşifa (hastane)
- Tâbhane (misafir ve dinlenme evi)
- Tıp Medresesi
- Cami
- İmaret (Mutfak, yemekhane, kiler)
- Köprü (Tunca Nehri üzerinde)
- Hamam (Kadın ve erkekler için ayrı ayrı)
- Un değirmeni ve su deposu
- Sıbyan Mektebi (İlkokul)
- Mehterhane (dönemin konservatuarı)
- Muvakkithane (Günün saatlerini ve takvimi bildiren kuruluş)
YÜZ ATMIŞ DÖR YIL GEÇER
1488’den itibaren şehre hizmet vermeye başlayan şifahaneyi 164 yıl sonra Evliya Çelebi ziyaret etmiş. 1652 yılındaki gözlemleri şöyle:
“….. Bayezid Han’ın Camiinin dış büyük avlusunun sağında İrem Bağı içinde bir darüşşifası vardır. Başka “Tabipler Medresesi” ve odalarında talebeleri var ki her biri sanki Eflatun-ı İlahî, Bukrat, Sokrat, Filkos, Feylesof, Restatalis, Calinus ve Fisagğores-i Tevhîdî gibi Aristo akıllı uzman hekimleri ve usta cerrahları vardır. Hadis: “İlim ikidir. Birincisi beten ilmi, ikincisi din ilmi.” uyarınca her biri tıp ilminde muteber insanların derdine çare bulmak için ilaç yapar ve tedavi uygularlar. Orada bir dar-i şifâ var ki diller ile anlatılmaz ve kalemler ile yazılmaz, ama elimizden geldiği kadar özelliklerini anlatalım. Evvelâ….”
Çelebi’nin Darüşşifa hakkındaki övgü dolu sözlerinin hükmü dört yüz yıl sürmüş. Günümüzde bu eserlerden sadece altı tanesi, darüşşifa, tabhane, medrese, cami, imaret ve köprü ayakta duruyor, geri kalanlar tümüyle yıkılmış.
DARÜŞŞİFA’NIN YAKIN GEÇMİŞİ
II. Bayezid Darüşşifası’nın da içinde bulunduğu külliye zaman içinde farklı hastalıklara bakan tam teşekküllü bir hastane olmaktan çıkıp sadece akıl hastalarının toplandığı bir yer haline gelmiş.
1877-1878 Osmanlı Rus Savaşı’nda Edirne’nin işgali sırasında şehirdeki diğer yapılar gibi külliye de büyük zarar görmüş. Bir dönem göçmen misafirhanesi, bir dönem cezaevi, bir dönem de öğrenci yurdu olarak kullanılmış, ardından akıl hastalarının kötü şartlarda tecrit edildiği bir yer olmuş, 1916’dan sonra da tamamen kapanmış. Dört yüz yıl boyunca sağlık hizmeti veren yapılar kaderlerine terkedilmiş.
1984 yılında külliyenin cami kısmı hariç olmak üzere külliyenin tamamı Vakıflar Genel Müdürlüğü tarafından Trakya Üniversitesi’ne devredilmiş. Bu tarihten sonra köklü bir onarım ve yeniden işlevlendirme faaliyeti başlamış. Edirne Meslek Yüksek okulu Restorasyon ve Duvar Süsleme Sanatları Programı 1983 yılında Külliye’de eğitim yapmış. Aynı dönemde okulun öğretmen ve öğrencileri Darüşşifa, Kiler ve Aşevi’nde uygulamalı eğitim gerçekleştirmişler. Meslek Yüksek Okulu yeni eğitim programları açarak 1994 yılına kadar külliyede çalışmayı sürdürmüş.
Meslek Yüksek Okulu’nun eğitime yeni binada devam etmek üzere külliyeyi boşaltmasından sonra Sağlık Müzesi olarak düzenlenmesi için çalışmalar başlamış. Darüşşifa’nın aktif çalıştığı dönemdeki işlevlerinin canlandırıldığı Sağlık Müzesi 23.04.1997 tarihinde açılmış. Kısa süre sonra Darüşşifa’nın bitişiğindeki Tıp Medresesi de müze kapsamına alınmış.
Yıllarca süren düzenlemeler ve etkinliği giderek artan çalışmalardan sonra müze son halini almış ve 2004 yılında önemli bir ödüle kavuşmuş. Avrupa Konseyi Parlamento Meclisi Kültür Bilim ve Eğitim Komitesi 2004 Avrupa Konseyi Müze Ödülü’nü Edirne Sağlık Müzesi’ne vermiş.
Jean Miro’nun “Güzel Memeli Kadın” heykeli, bu büyük ödülün anısına bir yıl boyunca müzede sergilenmiş. Heykel bugün artık yerinde değil, ödülü 2011 yılında alan müzeye konmuş ziyaretçileri orada kabul ediyor. Şimdi yerinde büyük bir sertifika ile heykelin replikası duruyor.
Miro’nun sanatsal yaratısındaki gerçeküstücü eğilimlere uygun düşen bu heykelin yanındayken Enver Şengül’le karşılaştım. Şengül Sağlık Müzesi’nin Müdürü; çok sayıda yayınlanmış kitabının yanı sıra yayınlanmayı bekleyen “Kültür Tarihi içinde Müzikle Tedavi ve Edirne Sultan II.Bayezid Darüşşifası” adlı kitabı bulunuyor. Enver Şengül aynı zamanda fotoğraf sanatıyla da yakından ilgileniyor, sergiler açıyor. Şengül, Darüşşifa’yı anlatırken hastalıkları müzikle sağaltma yöntemleri üstünde ısrarla duruyor.
DARÜŞŞİFA’DAN SAĞLIK MÜZESİ’NE
Sağlık Müzesi bugünkü haliyle ilginç bir görünüm sergiliyor. Yapı tümüyle onarılmış, düzenlenmiş ve sahne sanatları üstatlarının katkısıyla her oda adeta tarihten bir tiyatro sahnesi gibi dekore edilmiş. Odalarda ve salonlarda mankenler kullanılarak Darüşşifanın işlevlerinden biri canlandırılmış.
Sağlık Müzesi olarak değerlendirilen II.Bayezid Külliyesi çok sayıda ziyaretçi çekiyor. Müze Müdürü Enver Şengül’ün verdiği rakamlara göre 1997 yılında üç bin iki yüz olan ziyaretçi sayısı 2010 yılında 147 bin 362’ye çıkmış. 2011 yılın ilk yarısındaki verilere göre geçen yılki ziyaretçi sayısının misliyle artacağı öngörülüyor.
Darüşşifa’da geçirdiğim birkaç gün içinde yakın ve uzak yerleşimlerden gelenler de dahil olmak üzere çok sayıda ziyaretçi Sağlık Müzesi’ni gezdi. Çok sayıda derken otobüsler dolusu gelenlerden ve müzenin renkli ışıklı düzeni içindeki odaları teker teker ziyaret ederek uzun zaman geçirenlerden söz ediyorum. Edirne, II. Bayezid Darüşşifası’nı yeniden işlevlendirerek yaptığı düzenlemeyle önemli bir çekim alanı yaratmış durumda.
DARÜŞŞİFA VE MÜZİK
Edirne’den ayrılmadan önce bir kez daha görmek istedim. O sabah Darüşşifa’ya girer girmez kulağıma çalının nağmeler makamdan makama geziniyordu. Avlu kapısından birkaç basamakla indiğim ferah avlunun sol tarafında bilet gişesi ve küçük bir çay ocağı vardı. İlk molayı orada verdim. Okkalı bir kahve içerken etrafa bakındım. Tam karşımda Tıp Medresesi’ne kadar giden güzel düzenlenmiş geniş bir alan vardı.
Külliye içinde nereden geldiği anlaşılmadan dalga dalga yayılan müzik sesi, sanki duvarlardaki taşlar kadar buranın ayrılmaz parçasıydı. Bu ahenk geçmişte olduğu gibi şimdi ve daima burada olacak gibiydi. Sanki taşlara sinmiş nağmeler, Tunca’dan esen sabah rüzgarıyla birlikte yerlerinden ayrılarak avluda gezintiye çıkmışlardı. Sadece kulağımla değil tüm bedenimle dinliyordum.
Enver Şengül müziğin insan bedeni ve ruhu üstündeki etkilerini anlatırken kadim kültürlerde müzikle sağaltım konusundaki çalışmalarından söz ediyor. Bu konudaki ilk verilerin şaman kültüründe biriktiğinden söz ediyor ve şunları anlatıyor:
“Tarih boyunca müzik, insanların dinlenmeleri, farklı duygular yaşayabilmeleri, eğlenmeleri ve hüzünlenmelerinin yanında, onları huzura kavuşturarak tedavi edilmeleri amacıyla da kullanıldı. Günümüze ulaşan en eski örneklerine Orta Asya Şaman kültüründe rastlanan müzikle tedavi yönteminde, dans ve büyü ile insanların kötü ruhlardan kurtarılıp iyileştirildikleri ve bu geleneğin farklı coğrafyalardaki kimi toplumlarca da kullanıldığı biliniyor. Eski Mısır, Eski Yunan, Roma, Bizans, Eski Çin, Ortaçağ Avrupası, eski Araplar ve Türkler de müziği bir tedavi aracı olarak kullandılar. Türk İslam medeniyetinde Ebubekir Razi, Ebu Nasr Farabi ve İbni Sina ile başlayan müzikle tedavi geleneği daha sonra Selçuklular’da ve Osmanlılar’da sürdü.”
Önceleri hekimlerin bireysel uygulaması şeklinde tarih sahnesinde yerini alan müzikle tedavi daha sonra darüşşifalar vasıtasıyla hastane ortamında da diğer tedavi yöntemleriyle birlikte uygulanmaya başlanmış. Bu uygulamanın tarihteki ilk örneği 1154 yılında Şam’da kurulan Şam Nureddin Zengi Şifahanesi diye biliniyor.
Edirne II.Bayezid Darüşşifası’nın planlaması modern hastane anlayışının ilk örneklerinden biri olarak gösteriliyor ancak günümüzdeki hastanelerde pek de kayda alınmayan bir başka özelliği daha var. Yapıda mükemmel bir akustik elde etmek için inşaat sırasında özel düzenlemeler yapılmış. Ayrıca yataklı tedavi bölümünde müzisyenlerin sanat icra edebilmesi için bir sahne kısmı ayrılmış. Prof. Dr. Arslan Terzioğlu Darüşşifa’da yaptığı çalışmalar sonunda yapının akustik krokisini çıkarmış.
Darüşşifa’daki sağlık hizmetlerinden söz açıldığında gerek Ratip Kazancıgil, gerek Müze Müdürü Enver Şengül, gerekse bu konuda çalışma yapan diğer hocalar buranın tam teşekküllü bir hastane olarak planlandığını özellikle belirtiyorlar. Müzikle tedavi yöntemi dışında Darüşşifa’nın özel olarak şuruplar, pomatlar ve çeşitli ilaçlar hazırlayan deneyimli eczacılarının da bulunduğunu belirtiyorlar.
II.
Bayezid Darüşşifası uzun yıllar kapsamlı bir hastane olarak hizmet ettikten sonra, son dönemlerde sadece akıl hastalarının toplandığı bir merkez olarak gerçek amacının dışında kullanıldığını anlatıyorlar.
II.Bayezid Darüşşifası’nda tedavi yöntemlerinden biri olarak kullanılan müzik tekniği konusunda derin araştırmalar yapan Yard. Doç. Dr. Rahmi Oruç Güvenç, müzik terapi geleneğinin temel malzemesi olan melodik yapının pentatonik (beş sesli yapı) özelliği göstermesinin önem taşıdığını belirtiyor ve “Müzik bütün insanlık tarihinde duygu ve bilgilerin anlatım biçimi olarak bilinir. Müzikal sesleri diğer seslerden ayıran en önemli özellik, belirli bir ritim kalıbı içinde, birbirleriyle uyumlu sesler yumağı veya topluluğu olarak algılanmasıdır. Çeşitli insan toplulukları, sosyal oluşuma paralel olarak kültür değerlerinin ulaştığı vasata göre, müziğin etkilerini keşfetmişler ve pek çok konuda müzikten ve onun çok yakın öğeleri olan ritim ve danstan yararlanmışlardır.” diyor.
Oruç Güvenç bugün de müziğin sağaltım işlevi konusunda teorik ve pratik çalışmalarını sürdürürken zaman zaman Edirne Darüşşifasında’da etkinlikler gerçekleştiriyor.
Evliya Çelebi ise lafın tam burasında araya girip Darüşşifa’daki müzik etkinliklerini şöyle anlatıyor:
Hatta merhûm u mağfûrun leh hayrat sahibi Bayezid Han, hastalara şifa, dertlilere deva, divanelerin ruhuna gıda olması ve sevdayı def etmesi için on adet hanende (okuyucu) ve sazendelerden (çalgıcı) Gulam Şâdî gibi üç hanende, bir neyzen, bir kemani, bir mûsikârî, bir santurî, bir çengî ve bir udî tayin etmiş ki, haftada üç ere gelip bu on adet hanende ve sazende üstadları hastalara ve deli biraderlere fasıl çalarlar. Hâlâ bu çalgıcılar devam etmektedir.”
Kim bilir belki de ben yanıldım. Boş avlularda gezinirken işittiğim nağmeler belki de eski sazendelerin mızraplarından, eski hanendelerin hançerelerinden çıkıp taşlara sinmiş sesler değildi sadece. Evliya Çelebi “hâlâ bu çalgılar devam etmektedir” dediğine göre bir bildiği vardı…
Özcan Yurdalan