Yeni üyelere özel fırsatlardan yararlanmak ve tüm içeriklere erişim için bugün kayıt olun! Kayıt ol>

Sanıyorum 2012 senesiydi. Meşhur yer altı edebiyatı dergilerinden birinde sosyokültürel statü düştükçe telefon modeli yükseliyor minvalinde bir yazı yayınlanmıştı. Yazının daha başlığını okurken “Aaa hakikaten yaa” aydınlanmasını yaşıyor, kendinizi açık denizde hunharca yüzmeye başlayan amatör bir denizci gibi kelimelere ve düşüncelere bırakıyordunuz.

O gün okuduğum tespitler ile harmanlanan vizyonum bugün elimde pek de düşük bir model olmayan Amoled ekran bir android ile belirmeme neden oldu, belli ki. Gerçi haklı sebeplerim var sizler gibi, başında “işim” deyiverebilirim. Modern iş dünyasının ikincil bilgisayarı, cebe sığan iletişim canavarı. Pandemi mecburiyetleri ile “teknoloji bağımlılığımız arttı” süslü perdesinin arkasına sakladığımız bir patolojiye dönüştü aslında akıllı telefonlarla olan ilişkimiz. Teknoloji bağımlısı falan değiliz, gerçekçi olalım. Gün geliyor, televizyon kumandasını bile kullanmak zorlaşabiliyor. Kaçımız bir yazılım geliştirdi veya en azından manuel bir cihazı teknolojik temelli bir sistemi referans alarak güncelleme hayali kurdu? Ve fakat hemen herkesin Facebook’un yeni adından, Twitter’ın hisselerinden, TikTok’taki yeni fenomenlerden haberi var, değil mi? Bu bir bağımlılık mı bilemem ancak teknoloji ile ilgisi olmadığını biliyorum.

Yeni çağ psikoloji akımları da durumu “dopamin bağımlılığı” olarak tanımlıyor. Akıllı telefonlarda sıkışıp kalıyoruz, çünkü veriler çok hızlı güncelleniyor, sürekli bilme isteğimiz ve merak iç güdümüz uyarılıyor, görsellikle desteklenen içerikler tembelliğe tembellik katıyor ve alın size yeni bir sorun diyerek masaya yatırılan yeni bir gündem ile karşımıza çıkıyor dopamin bağımlılığı. Kimisi bu bağımlılıkla savaşa soyunmuş, dopamin diyetine girişmiş, denemiş, çeşitli teknolojik oruçlara başlamış, zen bir hayata bir haftalığına geçiş yapmış, deneyimlerini sonra yine akıllı telefonlar aracılığıyla yayımlamış bile!

Elbette, nefes aldığımız müddetçe molekül molekül değişecek, her dakika yeni bir bilgi ile örülürken yeni bir deneyim kazanacağız. Bazen var olan değişecek, bazen eksilecek. Ancak her değişimle bir miktar daha çoğalan ve genişleyen birer zihinsel objeyiz. Tutup da bu kötü, şu iyi diye bir başlık yaratıp müritler oluşturmak bu yüzyıl için çok manalı değil. Denenmiş kitlesel hareketleri tekrarlamaktan öteye gidemeyiz. Ancak bireysel olarak biraz durup düşünmek, faydası olacak bir eylem gibi görünüyor. Sabah saatlerinde gözüme ilişen sözlük başlığı “bugünlerde kimsenin telefon sesini değiştirmemesi” ile ben de bugün bu konuyu biraz durup düşünmeye giriştim işte.

İnsanların hayatında çok büyük etkisi olan beş duyu ile algıladığımız her şeye ulaşabilmek ve hatta o her şeyi herkese ulaştırabilmek üzerine “sanat” dediğimiz bir olgu yaratılmış. Dünyayı gün gelmiş yerinden oynatmış “sanat”. Sonra ceplerimize sığar hale gelmiş, form değiştirmiş, bugün NFT para aklama mı sanat mı diye düşünür olmuşuz, ama olsun, yine de sanat şekil değiştire değiştire bugünlere ulaşmış, devamı da gelecek. Asıl sıkıntı, sanata olan çekimimiz kullanılarak bu yolda uyuşturuluyor olmamız mı acaba? Bu kadar görsellik ve sesli uyaran biraz fazla olmuyor mu? Yollarda gözlerimiz ekranda, kulakta kulaklık, uyur gezer gibi takılıyoruz. Kafamızdaki dünyanın dışına çıkmamak için elimizden geleni yapıyoruz.

Peki neden diye düşündünüz mü?

Bu sadece biz uyuşturulalım ve kanımıza çip yerleştirilsin diye oynanan bir oyun mu?

Bunun yanıtı çevrenizde. Hadi toparlanın ve bir sokağa çıkın bakalım. Şöyle çevrenizi gezin, bir saat vakit verelim size. Mümkünse iftar saatinden hemen bir saat önce çıkın. Kulaklık olmasın, telefon olmasın. Sağınıza bakın gri kocaman bir beton yığını, solunuza bakın renkli neon ışıklı tabelalar zincirinin altında akan rutubetli duvarın kırmızı pası, logar kapağının deliklerine tıkanmış renkli ambalaj kağıtlarını koklayan çelimsiz bir köpek, adımlarınızın arasından fırlayan bir kedi ve akabinde ara sokaktan fırlayan bir kurye motoru, birbirlerini kovalıyorlar gibi. Derken mal indirmeye çalışan kamyonun bip bip bip sesi, bir parça yeşilliğin üzerine bırakılmış sigara izmariti, Türkçe’nin türlü çeşidine karışan çeşit çeşit yabancı dil ve kokladığınız türlü parfüm kokusu arasından kendinizi bıraktığınız bir yürüyüş parkurlu park. Tam yürümeye girişince kafanıza atılan bir top, minik sözlü tacizler, koşar adımla güvenlik arayışınız, bulamayınca toparlanıp park yolunda yitip gidişiniz.

Kötü bir gün değil, bu sizin her gününüz. Yeni bir zam, yeni bir cinayet, yeni bir göç sorunu ile dürtülen, mutsuzluktan kırılan yüzler arasında uyuklayarak işe gitmeye çalışan sizin, her gününüz. Bundan kaçmaya çalışan ruh sağlığınızın sit-comlara sığınması, sosyal medya görselliği ve renkli dünyası ile kendinizi daha güzel ve daha gözde hissetmenizi sağlayan bir “alışkanlık” sizi uyutuyor olabilir mi? Yoksa bu size teslim edilmiş bir iyilik mi?

Hadi biraz da siz durup düşünün, akıllı telefonlara bakıp büyük oyunu mu görmeli, yoksa hayat kalitemiz düştükçe tuvalini sarının bin bir tonuna boyayıp şaheserler yaratan Van Gogh gibi elimizdeki tuvali bin bir tonla güçlendirmeye çalışan birer yeni çağ insanı mıyız?

Sevgiyle,

Elif Karamürsel / Mediskop Medikal Danışmanlık ve Farmakovijilans Hizmetleri Tic Ltd Şti şirketinde Senior Pharmacovigilance Specialist

Cevap bırakın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir