“‘Gözlerin hep kapalı, hareketsiz oturmaya devam ederek düşüncelerini izleyeceksin,’ diyor karşımdaki turuncu kıyafetli Didi. Yaşı benden büyük olsa da cildi inanılmaz derecede canlı görünüyor şeffaf ve neredeyse tamamen pürüzsüz. Konuşurken gözlerimin tam içine yumuşacık bir gülümsemeyle bakıyor. Birden sanki içimi okumuş gibi hemen cevaplıyor, ‘Ara sıra çok hafifçe kıpırdanabilirsin,’ sonra ekliyor, ’Saat çalıncaya kadar gözlerini hiç açmayacaksın.’”
Yoga terapist Banu Çadırcı, meditasyonla tanıştığı ilk günden başlayarak bugüne uzanan yolculuğunu paylaşıyor.
‘Gözlerin hep kapalı, hareketsiz oturmaya devam ederek düşüncelerini izleyeceksin,’ diyor karşımdaki turuncu kıyafetli Didi. Yaşı benden büyük olsa da cildi inanılmaz derecede canlı görünüyor şeffaf ve neredeyse tamamen pürüzsüz. Konuşurken gözlerimin tam içine yumuşacık bir gülümsemeyle bakıyor. Birden sanki içimi okumuş gibi hemen cevaplıyor, ‘Ara sıra çok hafifçe kıpırdanabilirsin,’ sonra ekliyor, ’Saat çalıncaya kadar gözlerini hiç açmayacaksın.’
Sekiz haftalık yogaya başlangıç kursunun sonlarına doğru dersi artık meditasyonla bitirmeye başlamıştık. İşte benim yoga maceram, tam orada 2000 yılında başladı. Kursun sonlarına doğru Didi geliyor. Didi Hintçe’de abla demek. Bizim yaşadıklarımızı daha önceden deneyimlediği için bize yol gösteriyor. Kursa katılan herkesle teker teker görüşüp meditasyonumuzun nasıl gittiğini öğrenmeye çalışıyor.
Didi’nin İngilizcesi epey akıcı. Şu an memleketini hatırlamıyorum ancak Orta Doğu’dan savaş bölgesinden İstanbul’a geldiğini biliyorum. Bir an algım karışıyor; savaş bölgesine, hem de gönüllü olarak gitmek. Bir türlü bir yere oturtamıyorum kafamda. Didi ve onun gibi gönüllülerin -kendilerine nerede ihtiyaç duyulursa- çatışma, savaş veya afet bölgelerine giderek tarafsız alanlarda yerel halka yardım ettiğini sonradan öğreniyorum.
Dersin sonunda meditasyona oturduğumuzda yönümüzü doğuya çeviriyoruz. ’Güneşin doğduğu yöne bakarak hep aynı yerde ve güneş doğmadan önce meditasyona başlayın.’ ‘Akşam yaparsanız yine aynı yöne bakarak güneş batmadan evvel yapın.’ diye devam ediyor yoga hocamız. Eve dönünce yatağın hemen yanında yerimi belirliyorum. Sıra geldi şafak vaktinden önce saati kurmaya. Doğu yönünün başlangıçları temsil ettiğini sonradan öğreniyorum ve çok yıllar sonra sunağımı da yine doğu yönüne bakacak şekilde yerleştiriyorum.
Bazen bu oturma işini seviyorum bazen de o kadar çok düşünce oluyor ki yirmi dakika sonra neredeyse başım ciddi anlamda ağrımaya başlıyor. Düşüncelerin hiç durmadığını fark etmeye başlıyorum. Zihnim uzaklaştıkça fark ettiğim anda dikkatimi karnımın hareketine getirmeye çalışıyorum. Karnımın nefesle hareketi. Zihnimim uzaklara gittiğini bazen epey bir zaman sonra fark ettiğim oluyor. Ne kadar odaklanmaya çalışsam da arka planda düşünceler hiç durmadan akmaya devam ediyor. Sözde yirmi dakika oturuyor olsam da odaklanma neredeyse birkaç saniye sürüyor. Böyle anlarda zihnim sürekli isyanlarda ve odak nesnesinden uzaklaşmak için bulduğu her fırsatı hemen değerlendiriyor.
Meditasyonun o kısa anlar olduğunu ve oturmaya devam ettikçe o kısa anların uzamaya başladığını öğrenip deneyimliyorum. Bu yazdıklarımı tecrübe etmem yıllar alıyor.
Birkaç yıl önce Esalen’de Sally Kempton’ın tanrıçalarla ilgili ‘Shakti’yi Uyandırmak’ çalışmasına katılmıştım. Sally Kempton şöyle demişti: ‘Meditasyon esnasında ortaya çıkan her şey Shakti.’ Shakti yani yaratıcı enerji. Shiva, Shakti olmadan sadece sava, yani ceset. Siva, Shakti’nin oyunculuğu, yaratıcı enerjisi ve yaşam gücü için sağlam bir zemin oluşturuyor.
Gerçekte zihin düşünceden daha fazlası değil.
Düşünceler akmaya devam ederken hala meditasyon yapıyor olma fikri beni epey rahatlatıyor. Zihnin doğal tepkisi odak nesnesinden uzaklaşmak. Odak nesnesine tekrar tekrar geri çağırma uzun süre devam ediyor. Epey bir süre sonra zihnimin gittiği yerlerde daha az kalmaya başladığını ve tam uzaklaşmadan yarı yoldan döndüğünü fark ediyorum. ‘En sonunda’ diye seviniyorum ve hemen kendimi tebrik ediyorum, ‘Aferin Banu!’
Sonra bu odaklanma halinin günlük yaşamıma da yansımaya başladığını izliyorum. Bilgisayar başında çalışırken artık eskisi kadar sık kalkmıyorum. Hatta bir keresinde diş doktorunun koltuğunda işlem süresince ağzımı çalkalamak için hiç mola istemeden oturunca anlıyorum ki bu sessiz, hareketsiz kalabilme hali tüm yaşamıma yayılmaya başlamış.
Zaman içinde dikkati dağıtan şeylerden artık eskisi gibi etkilenmemeye başlıyoruz. Daha fazla köklenme anlamına geliyor. Endişe veya bizi hareketlendirecek bir duygunun çok derinine girmiyoruz. Zihin onun gerçek olmadığını veya geçici olduğunu daha erken fark etmeye başlıyor.
Sally Kempton Esalen’deki çalışmada şöyle devam ediyor: ’Ortaya çıkan ne varsa bunu farkındalığımıza taşımak istiyoruz.’
Ortaya çıkan ne varsa bize ait. Heyheyler de bize ait. İlk başlarda bu heyheylere anlam veremiyorum. Neredeyse meditasyonun zihni sakinleştirme özelliğini sorgulama durumuna geliyorum. O çıkan öfkeyle birlikte biraz daha zorlasam kendimle kavga edecek hâle geldiğim oluyor ve geriliyorum.
Meditasyonla birlikte içimdekinin dışarıya çıkmaya başladığını sonradan öğreniyorum. Öfke varsa öfke çıkıyor, huzursuzluk varsa huzursuzluk çıkıyor. Meditasyon bizi huzursuz yapmıyor veya öfkelendirmiyor sadece ne varsa ortaya çıkartıyor.
Kendimle kavga edecek kıvama gelme hali epey devam ediyor. Yogaya başlangıç kursundan sonra farklı farklı yoga derslerine katılmaya başlamıştım. Dersten huzurla çıkıp eve dönerken metronun koridorunda duyduğum ayak sesi veya ayakta duran birinin çantasının hafifçe bana değmesi gibi ceviz kabuğunu bile doldurmayacak şeyler beni sinirlendiriyor. Bu heyheylerin o kişinin ayak sesiyle veya başkasının çantasıyla ilgili olmadığını yavaş yavaş anlamaya başlıyorum. Dışarıya çıkmak isteyen şeylerin yansıması diyelim.
İster ayak sesi ister çantanın bana dokunması olsun beni rahatsız eden ve ortaya çıkan ne varsa hepsini zihinle anlamaya çalışırdım. Zamanla analiz etmemeyi ve bazı şeyleri akıl yoluyla çözemeyeceğimi öğreniyorum. Bizi kısıtlayan, acı veren duygu veya düşünce ne varsa ortaya çıkıp fark etmemizi bekliyor ve sistemde kendine yer olmadığını görünce uzaklaşıyor. Öyle öyle heyheylerim azalıyor. Artık tek yaptığım şey; beni rahatsız eden düşünce, duygu artık ortaya ne çıkıyorsa, bunların dönüşmesi için nefes verirken boşluğa bıraktığımı imgelemek.
Zihnin odaklanmasını engelleyen, zihni oyalayan şeyleri fark ettikçe zihinsel ve duygusal karmaları yakıyoruz. Meditasyonda derinleştikçe daha derindeki karmalara ulaşıyoruz.
Yatağımın yanında doğu yönüne karşı oturmaya başladığım o ilk günlerde kendi bedenime odanın kapısından bakıyormuşum gibi hissettiğim olurdu. İçine girmeyip dışarıdan izlemek. Oturmaya devam ettikçe ortaya çıkan duygu ve düşüncenin içine girmeyip dışarıdan şahit olarak izlemeye başlıyoruz.
Patanjali yoga sutralarda bunu vairagya olarak tanımlıyor. Düşünce, duygu veya arzunun içine girmemek. Meditasyon esnasında aklıma yapmam gereken işler gelirse oturmaya devam edebilmek için, ’Tamam şu an meditasyondayım bununla sonra ilgileneceğim.’ Diye kendimi oturmaya iknaya çalışırım. Tabi her zaman kolay olmuyor. Bazen düşünce akışını kesmek ve düşünceyi dönüştürmek için ağzımı açıp düşünceyi boşluğa bıraktığımı imgelerim.
Upanishadlarda sevdiğim bir hikaye var; at arabasının hikayesi. At arabasını bazen biz kullanıyoruz bazen de atlar arabayı istediği yöne çekiyor. Zekâ zihni ve duyuları kontrol ederken, bizler yani at arabasının sürücüsü olarak hepsini kontrol ediyoruz.
Duyulara kapılmadan atları biz idare etmeye başlayınca zihin de dengeye geliyor. Yeter ki değişmez saf farkındalık olduğumuzu hatırlayalım. Patanjali bunu purusa olarak adlandırıyor. Purusa dışındaki her şey düşünce, duygular veya sahip olduğumuz ne varsa sadece prakrti. Günün birinde mutlaka değişecek.
Kendi gerçek doğamızı fark edebilmemiz için zihin dönüşmesi gerekiyor.
2000 yılında başlayan meditasyon maceramda her ne kadar araya boşluklar girse de Patanjali’nin abhyasa, düzenli uygulama olarak tanımladığı şey bu galiba.
Zihin düşüncelerden etkilenmiyor. Tenimize dokunan havayla aynıyız esasında. Biz dahil her şey evrensel bilincin bir parçası. Shakti veya maya diyelim. Her şeyin farklı olduğuna inanmamızı sağlayıp gerçeği bizden saklıyor ama aynı zamanda bizi özgürleştiriyor.
Didi’nin karşısında oturduğum o günlerden beri pek bir değişmedi yaşamımda. Düşüncelerimi izlemeye devam ediyorum hâlâ. Düşünceler geliyor, bir süreliğine kalıyor ve kaynağa karışarak yok oluyor.
Önceliklerimi kendime sürekli hatırlatarak yolumda ilerlemeye devam ediyorum.
Banu Çadırcı, Yoga Terapist, C-IAYT
E-RYT 500, YACEP ®
Banu kurumsal yaşamda çalışırken işin stresinden kurutulmak için 2000 yılında yogaya başladı. 2004 yılında kurumsal yaşamı tamamen bırakıp sadece yoga yapmaya başladı. 2006 yılından beri sadece yoga uzmanlığı yapıyor. Yoga terapi alanında ilerlemek isteyen uzmanlar için uzmanlaşma programları düzenleyen Banu, 2015 yılından beri Yoga Terapist olarak çalışıyor. Yoga Terapi konusunda çalışan ve uzmanlaşma programı düzenleyen pek çok uzmana ilham kaynağı oldu. banucadirci.com